“Merhaba Haydar!”

Hayatımdaki tüm radikal kararları aniden verdim çünkü herhangi bir konu üzerine enine boyuna düşününce olumsuz yanlarına takılıp kalıyorum ve sonuçta hiçbir karar almaya cesaret edemiyorum. Bu nedenle hayatımın gidişatını etkileyen tüm kararları düşünmeden, ani bir refleksle almışımdır. Bu kararların hepsinin olumlu sonuçlar verdiğini söyleyemem, aralarında büyük hataların da olduğunu kabul ediyorum ama kararı alıp uyguladıktan sonra artık geri dönüşü olmadığı için neticelerini çok da kafaya takmıyorum.

Bir pişmanlık anı olmuyor değil. Hayatınızda bir şeyler yine ters gidince aklınıza o son dönüm noktası geliyor ve kendinizi acaba nasıl olurdu diye sorguluyorsunuz tabii. O kararı almasaydım şimdi hayatım nasıl olurdu? Şimdikinden daha iyi mi olurdu? Daha mutlu, daha başarılı, daha bilmem ne mi olurdu? Sonra aklıma kötü anılar geliyor. O kararı almama neden olan kötü anılar, o günlerce ağlamalarım, kendi kendime konuşmalarım, insanlardan sakınıp eve kapanmalarım falan filan ve tüm o pişmanlıklar yok oluyor.

Evet, üzerine çok düşünmeden aldığım radikal kararların hiçbiri çok iyi sonuç vermedi. Belki Engin’le kavga etmeseydim şimdi evli ve çocuklu, görünürde çok mutlu bir aile hayatım olurdu. Belki ablamla ilişkim bile bozulmamış olurdu. Eniştem gibi bir sersemle evlendiğim için aramızda herhangi bir kıskançlık krizi de gelişmemiş olurdu. Belki şu anda ailemin kötü evladı yerine en hayırlı evladı bile olabilirdim. Sonuçta bizimkiler geleneksel Anadolu kafasına sahip çağdaş görünümlü ebeveynlerdi. Kızları için en güzel gelecek olarak zengin bir koca hayalini kuruyorlardı. Ablamla bu hayallerini bir nebze gerçekleştirebildiler. Eniştem zengin değildi gerçi ama iyi para kazandığı bir işi vardı ve evlendikten kısa bir süre sonra güzel bir siteden ev aldılar, arabaları zaten vardı, birkaç yıl önce de Çanakkale’de bir yazlık yaptırdılar. Bizimkiler için ev ve araba sahibi olmak yeterliyken üstüne bir de yazlık sahibi olmaları zenginlik sayılırdı.

Engin ise gerçekten zengindi, dededen zengin. Borsada işlem gören bir şirketin veliahdıydı hatta şimdilerde başına bile geçmiş olabilirdi. Engin’le evlenmiş olsaydım değil çekirdek ailemin yedi sülalemin favorisi olurdum. Ama kendim olur muydum? Mutlu olurdum o kesin çünkü mutluluk beyinde başlayıp biten bir olaydı. Acılarınızı bastırabildiğiniz ölçüde mutlu olurdunuz ve süre gelen toksik bir ilişkide sorunları ortadan kaldırmak için verdiğiniz mücadeleyi kaybettiğinizde mutlu olmak için yapabileceğiniz tek şey eşinize biat etmekti. Biat etmek ya da siktir etmek.

Ben siktir ettim. Hayatım boyunca çok anım şanım ilişkilerim olmadı. Çok güzel, çekici, alımlı biri değilim. Kendi çapımda bir seksapelim var. Dürüst olmak gerekirse bir altmış olmak, genetik olarak dezavantajda olmak, küçük göğüsler, minyon tip, fare gibi bir surat… Kabul edilir olmak için mücadele etmem gereken bir durumdaydım ve albenimi artırabilmek için gerçekten de çok terledim. Genetik dezavantajımın görünürlüğünü yükseltmek için en azından fit kalmak için spora başladım. Gerçi ilk amaç küçük olan öğelerimin bir kısmının görselliğini büyütebilmekti ki bu emeğimi kıçıma bakan herkes takdir ediyordur ama sporla zaman geçirdikçe tek taraflı başlayan bu ilişkinin diğer tarafında olmak istediğimi anladım ve sporu sadece fiziksel avantajlarımı artırmak için yapmaktan vazgeçerek başkalarına yardımcı olma tarafıyla da ilgilenmeye başladım. PT olma hikayem kısaca budur.

Engin’e siktir çekip, kendisinin ve ailesinin şovenist hegemonyasına başkaldırdıktan sonra karşıma çıkan hemen herkese aynı muameleyi yaptım. Garip bir gurur yaşıyordum. Bir nevi babamın delikanlılık damarı vücudumda kabarmıştı. Yaşadığım ilişkilerimde ne zaman Enginvari bir sorunla karşılaşsam, Engin’e ayıp olmasın diye muhatabıma siktir çekiyordum. İlişkilerimde erkeklere o kadar siktir çekmiştim ki herhalde sosyal medyada bir yerlerde altında “wanted” yazan resimli ilanlarım dolaşmaya başlamıştı çünkü kimse benimle ilgilenmez olmuştu. Dalga dalga, yankı yankı, kulaktan kulağa benim erkeklere yaptıklarım yayılmış olmalıydı, bir anda çevremdeki erkeklerin hepsi kayboldu. O zaman aynı davranışı sergilese bile herkese aynı muameleyi yapmanın adil olmadığını anladım.

Karşılaştığım tiplerin hemen hepsi biraz maçoydu. Bu biraz da benim yapımla ilgiliydi. Anaç bir kadınım. Eğer öyle açıklanabiliyorsa. Birlikte olduğum insanı şımartmayı severim ama bu her istediğine okey diyeceğim anlamına gelmiyordu. Hele hele beni ezebileceği, kötü davranabileceği anlamına hiç gelmiyordu. Ne yazık ki birlikte olduğum her erkeği şımarttım, şımaran her sevgilim de sahibim olduğunu düşündü, sahibim olduğunu düşündüğünde de bana her şekilde karışabileceğini ve istediklerini yerine getirmeye mecbur olduğumu, onlara bağımlı olduğumu varsaydı. O nokta da siktiri yediler ve hayatımdan defolup gittiler. Geri dönüp baktığımda terk ettiğim hiç kimseyi özlemedim. Pişmanlığım sadece Engin’le sınırlıydı ki o da sınırlı bir pişmanlıktı, hatta zamanla o pişmanlık evrilip bir meraka dönüşmüştü, ayrılmasaydık ne olurdu merakı. Sonra neler olabileceği gözümün önüne gelirdi ve ben tüm o hayal ettiklerim gerçekleşmeden önce onu terk ettiğim için kendimle gurur duyardım.

Aynı yamuğu yapan herkese aynı cezayı kesmenin adil olmadığını çevremdeki hemen herkesi uzaklaştırdıktan sonra anladım. Kendinden emin, özgüveni yüksek her birey böyle bir durumda olsa yapacağı ilk şey uzaklaştırdıkları insanlarla aralarını düzeltmek olurdu. Ama benim özgüvenim hiç yüksek değildi, kendimden emin de değildim. Ablam tarafından eniştemi ayartmakla suçlandım hem de sadece yazlıkta şort giydiğim için ve kendimi tek kelimeyle bile savunamadan damgalanıp dışlandım. Bunu yaşayan birinin nasıl özgüveni yüksek olabilir ki? Çevresindeki herkesi kendisinden uzaklaştırmış her eziğin yapacağı gibi milletle aramı düzeltmektense en kolayını yaptım ve kaçtım. Doğduğum, büyüdüğüm, okul arkadaşlarımın, kuzenlerimin olduğu semtten taşınmaya karar verdim. Önce istifamı verdim, sonra pılımı pırtımı toplayıp arabaya tıktım. Avrasya Tünelinden doğruca karşı yakaya geçtim. Sahil yolunun takip edip manzaranın binadan çok ağaca evrildiği yerde yoldan çıkıp karşıma çıkan ilk alışveriş merkezine girdim ve en üst kata çıkıp spor salonun resepsiyonunda oturan arkadaşa iş başvurusu yapmak istediğimi söyledim. Başvurumu yaptıktan sonra AVMnin karşısındaki binalarda bir ev bulabilme umuduyla yakındaki çarşıda bulduğum bir emlakçıyla görüştüm. Adam bana bir daire gösterdi, fiyatı pahalıydı ama hiç düşünmeden kabul ettim. Peşinat ve depozitoyu hemen ödedim ve anahtarlarımı alıp arabamın bagajına tıktığım eski hayatımı yeni boş daireme çıkardım. İlk hafta eve sadece bir döşek aldım. Önemli olan şimdilik sadece buydu. Hem evin çok boş olması hem de inanılmaz yalnız hissetmemden dolayı ertesi gün eve bir kedi aldım. Ataköy’de hemen her evin etrafında kediler olurdu. Çevrede miyavlayan bir yavru buldum ve bana arkadaşlık etsin diye onu sahiplendim. İş bulana kadar yaptığım yegâne masraf onun aşıları ve mamasıydı ama bana kattıkları karşılığında bu ödenmiş çok küçük bir bedeldi.

Hafta dolmadan spor salonundan beni aradılar ve yeni bir görüşme yapmak istediklerini söylediler. İlki kısa bir görüşmeydi ikincisi daha ciddiydi. Daha önce sadece bir form doldurmuş ve referanslarımı yazmıştım. Verecek çok fazla isim yoktu son birkaç yıldır aynı salonda çalışmıştım o da adı çok duyulmamış butik bir kulüptü ama artık oradan mı sağlam bir geri dönüş aldılar yoksa özgeçmişim mi insanları etkiledi de işi aldım, emin değilim. İkinci görüşmede adamların beni işe almaya karar verdiklerini, sadece alanda ne kadar yeterli olduğumu görmek istediklerini hemen anladım. Bir cycling dersi verdim, eski kulübümde de bunu sürekli yapıyordum; çok eğlenceli geçti, müdürün ağzı kulaklarına varıyordu mutluluktan. Sonra alanda bir saat kadar beni yalnız bıraktılar ve uzaktan beni gözlemlediler, herhalde müşterilerle iletişimime, salon düzenine ne kadar hâkim olduğuma bakmak istediler. Son olarak da bana bir özel ders atadılar. Orta yaş bunalımı geçiren bir beyefendiye hayat kalitesini artırması için yardımcı olmamı istediler ki adam nasıl bir dönüş yaptıysa dersimiz biter bitmez işe alım sözleşmesini imzaladım. Maaşı eski kulübümden daha yüksekti ama beni tuttuğum evde rahat yaşatacak kadar yüksek de değildi. Artısı özel derslerden kazanacaklarımdı. Eski kulübümde hem maaşım daha düşüktü hem de özel derslerden ekstra ücret almıyordum. Kulübün üyelerine sağladıkları imkanlar dahilinde özel derslerde vardı dolayısıyla orada aynı işle daha az para kazanıyordum. Yeni işime başlarken en güzel sürprize de buydu. Denemede bana atadıkları özel ders müşterisiyle bundan sonra da devam edecektim bu da işe başlar başlamaz ekstra kazanç elde edeceğim anlamına geliyordu. Sonradan fark edecektim ki bu ilk müşterim sayesinde yeni müşterilerin kapısı açılacak ve ben alanda özel dersler verdikçe izleyen bazı üyeler gördüklerinden etkilenerek benden ders talebinde bulunacaklardı. Bir ay içinde her güne bir iki özel ders öğrencim olmuştu.

Çevremi değiştirmek aldığım radikal kararların en güzeliydi. Yeni bir ortam, yeni bir iş, yeni komşular, yeni yüzler, yeni arkadaşlar… keşke problemler de değişseydi ama değişmemişti. Anladım ki sorunlardan kaçtığınızda problemleri çözmüyorsunuz sadece meselenin rengini değiştiriyordunuz. İlişkilerimde yine aynı sorunları yaşıyordum. Yaşamam da kaçınılmazdı çünkü sorunun oluşmasının nedeni tercihlerimdi. Sorunun temelinde ben vardım onu anlamıştım bu nedenle aynı problemlerle karşılaştığımda farklı tepkiler vermeye karar verdim. Engin’e olan saygım falan onun hatırına onun gibi davranan herkese aynı faturayı çıkarmam delikanlılığından vazgeçtim. Altan almaya, karşımdakini anlamaya çalışmaya, huyunu suyunu tanıyıp biraz kabul etmeye biraz değiştirmeye ama kesinlikle kesip atmamaya karar verdim. Haydar böyle bir karardan sonra hayatıma girdi.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben kedimle mutluydum. Ama beğenilmek de insan denilen zavallının arzuladığı bir duyguymuş. Çevre değiştirmek belki sorunlarımın üzerini makyajlamış olabilirdi ama yalnız kaldığım her an gerçek yüzüme acı bir şekilde çarpıyordu. Yakın bir arkadaşım yoktu, ablam benimle görüşmüyordu, ailemin gözünde hayırsızdım, sevgilim yoktu ve olacak gibi de değildi. Yaşadıklarımdan yola çıkarak anladım ki ben toksik ilişkilerin dışında sevgililik hayatı yaşayamayan biriydim. Kaderim böyle yazılmış ya da genetik dezavantajımın bana layık gördüğü erkek tipi öküzden öte değildi. Haydar da tam öyle biriydi, safkan bir sığırdı. Spordan çıkmış Starbucks’tan bir kahve almak isterken karşılaştım onunla. Esprili biriydi. Kahve sırasındayken, “sırada mısınız?” gibi sıradan bir soruyla benimle konuşmaya başladı sonra da susmadı. Özgüveni yüksek biriydi, en azından benimle konuşma konusunda yoksa hayatında herhangi bir konuda bu özgüveni gösterdiğine tanık olmadım. Ortam kalabalıktı ve boş yer yoktu. Ben grup masaların birinde boş bir sandalyeye oturup telefonumla ilgilenmeye başladım. Haydar da masalardan birinden kaptığı boş bir sandalyeyi yanıma koyarak oturdu ve sıradaki muhabbete devam ettirmeye başladı. Çok oralı olmadım. Adamın konuşmasına izin verdim, o da arka arkaya saçma sapan konular hakkında konuştu, konuştukça konuştu. Genelde hiç tepki vermedim, sadece dinledim arada sırada söylediği komik birkaç saçma lafa güldüm. Sonra kalktı. Ansızın, bir yere gitmesi gerektiğini hatırlamış gibi. Giderken elini uzatıp adını söyledi, elini sıktım, adımı söyledim ve “memnun oldum” dedim. Gerçekten de memnun olmuştum. Öyle yakışıklı biri değildi, bana çekici gelen herhangi bir yanı yoktu, yine de onunla tanıştığıma memnun olmuştum. Böyle bir tanışmaya ihtiyacım vardı. Ortam dışından, ev ya da iş çevresinden farklı bir kişiyle laflamaya ihtiyacım vardı.


Yorum bırakın