
Üniversitemin ilk birkaç ayını yurtta geçirdim. İlginç bir deneyimdi; hiç yaşamayanlar için doksanlarda bir üniversite yurdunda yaşamanın nasıl olduğuna dair kesin bir tarif yok. Ben bile aradan geçen otuz yıldan sonra yaşadıklarımı şöyle böyle hatırlıyorum, hatırladıklarım da sadece iyi anılardı. İyiyi ki de sadece onlar kalmış geriye. O iyi anılarda sadece arkadaşlıkla ilgili olanlardı. Demek ki yurtta yaşamın tek iyi tarafı arkadaşlıktı.
Kocaman bir yurt alanımız vardı. Ana kapıdan girince sağ tarafta erkek blokları sol tarafta da kız blokları sıralanıyordu. Blokların yarısı yeni yapılmıştı ve ben de o yeni olanlara yerleşen şanslılardan biriydim. Eski olanların tam olarak neden kötü olduklarına emin değildim, herhalde büyüklükle ilgili bir sorun vardı çünkü yurdun hiçbir yerinde konfor diye bir artı yoktu.
Yerleştirildiğim oda zemin kattaydı, herhalde giriş seviyesinde rahat ettiğim tek yer orasıydı. Kocaman kare bir penceresi vardı ve altı numaralı blok, benim kaldığım blok, girişteki ilk bina olduğundan pencereden giren çıkan herkesi görebiliyor, gelen geçenle muhabbet edebiliyordum. Odada dört ranza vardı, sekiz yatak ve hepsi de doluydu. Benim yatak kapının yanındaki ranzanın üst tarafındaydı, altımda Kayhan yatıyordu; kapının diğer tarafındaki ranzada Tuggi ile Mami kalıyordu; cam tarafındaki ranzaların birinde iki yabancı öğrenci ile odayı paylaşıyorduk, Kazakistan’dan gelen Çağrı ile Gagavuz Stanislav; diğer ranzanın altında Zafer yatardı onun üzerinde de Adanalı.
O kadar zaman geçmesine rağmen Adanalının dışında herkesin ismini hatırlamam çok garipti, oysa en iyi anlaştığım kişi oydu. Tam bir Adanalıydı, şu delikanlı olanlarından. Çok pis su borusu kullanırdı, onun sayesinde ilk kavgamızda acayip dayak yemekten kurtulmuştuk. Abartarak söylüyorum yüzlerce kişi üzerimize çullanmıştı ama Adanalı, nereden çıkardığını anlamadığımız bir sopayla herkesi pataklayıp göndermişti. “Asla boş gezmem,” derdi. Boş gezmemesine okeydim de o kocaman sopayı nasıl hiçbirimize çaktırmadan taşımıştı onu anlayamamıştık.
Köyde tarlada hasadı kaldırıp gelmişti, güneşte yanmış kapkara bir tenin arkasından parlayan menekşe mavisi gözleri vardı, onların arasında da hokka gibi küçücük bir burnu. İnanılmaz yakışıklı bir elemandı, uzun boyluydu, yapılıydı, onunla kampüse girdiğimizde tüm hatunların gözleri bizde olurdu. Buna rağmen annesinin dizinin dibinde büyümü, hiçbir kızın eli eline değmemişti. Tabii Edirne’deki ilk hafta da bu değişti, üst sınıflardan bir hatun Adanalıya takılmaya başladı, birkaç gün içinde de çıkmaya başladılar. Adanalı inanılmaz aşık olmuştu, ilk kez bir kızın elini tutuyordu, ilk kez öpüşüyor, ilk kez dans ediyor, ilk kez geceyi bir hatunla geçiriyordu. Onunla evlenmek istiyordu. Mezun olduktan sonra değil, hemen şimdi. Daha bir haftadır çıkıyorlardı, Adanalıya göre çok şey yaşamışlardı ama bakalım kız için de bu yaşananlar o kadar olağanüstü müydü? Benim için değildi, Zafer için ya da Kayhan için de değil. İkinci hafta bir çift yüzükle çıktı karşımıza, onunla nişanlanacaktı, öyle ciddi bir şey değil kendi aralarında tatile kadar ciddi olduğu anlaşılsın diye sonra ikinci dönemden önce aileler tanışırdı, kız istenirdi yazın da düğün yapılırdı. Çok hızlı gitmiyor muydu? Gidiyordu tabii ama kendince yavaşlamasını gerektirecek ne vardı ki?
Onu vazgeçirmeye çalıştım. Kızın da kendisi gibi düşünüp düşünmediğini sordum. Tabii ki kız da evlenmek istiyordu, niye istemesin ki? Ama kız istemedi, o sadece iyi vakit geçirmek istiyordu, eğlenmek, takılmak, üniversitenin tadını çıkarmak, ne de olsa mezun olduktan sonra tantanalı bir iş hayatına atılacaktı, dağıtmak için başka zamanı olmayacaktı.
Kız onu reddetti, üstüne de onula ayrıldı; yaşadıklarının çok özel anılar olduğunu ve bunları bir ömür boyunca kalbinde taşıyacağını söyledi ama birine bağlanamayacak kadar gençti. Adanalı, terk edildiği günün akşamında yurda gelmedi. Neler olduğunu bilmediğimizden onu gelmemesini kafamıza takmadık. Sonra birisi koşarak odamıza girdi, “Adanalı,” dedi “atlayacak!”
Adanalı ilk defa bir aşk yaşamıştı ve terk edilmenin, sevilmekten daha yoğun bir duygu olduğunu ilk defa tadıyordu. İnsanlar terk edildiklerinde çoğunlukla saçmalarlar ama intihar etmek, onsuz yaşayamam tarzı davranışlar sergilemek endişeli bir durumdu, hem terk eden hem de terk edilen için. Adanalının olayında onu terk eden kıza durum haber verildiğinde hiç oralı olmadı, hatta ne kadar doğru bir karar verdiğini söyledi, salakça bir iki espri de yaptı, benim için ölmeye hazır çok erkek var tazında.
Kimse Adanalıyı çatıdan indiremedi, artık yaşamak istemiyordu. Çok gururlu bir çocuktu, dediğim gibi tam bir Adanalıydı, delikanlı olanlarından. Onu ancak üç katlı bir binadan aşağı atladığında ölmeyip sakat kalacağını söylediğimde indirebilmiştik. Öyle ya, yurtta tüm binalar en fazla üç katlıydı, belki çıkıp geldiği tek katlı evlerle dolu köyüne göre bu binalar çok büyük gelmiş olabilirdi ama aşağı atlayıp ölecek kadar da yüksek değillerdi.
O akşamdan sonra Adanalı bir daha eskisi gibi olmadı, vaktinin çoğunu yurtta geçiriyor, yataktan bile çıkmıyordu. Bir iki kere onu zorla şehre indirebildik, o da kimsenin ortalıklarda olmadığı çok erken bir saatte ama okula bir daha adımını atmadı. Zaten dönemi de tamamlamadan ayrıldı Edirne’den. Finallere bir hafta vardı, biz okuldayken eşyalarını toplayıp bir helallik bile almadan Adana’ya döndü, bir daha da geri gelmedi. Ben zaman en iyi ilaçtır diye ona biraz zaman vermiştim, dolu dizgin kendi hayatımı yaşamakla meşguldüm. Bir ay kadar önce arkadaşlarla da bir eve çıkmıştım. Arada bir zorla onu eve atıyor, özellikle hafta sonlarını birlikte geçirmeye çalışıyordum. O nadir zamanlarda Adanalı eskisi gibi oluyordu. Belki Demetlerle kampa girmemiş olsaydım ayrılmazdı, belki de acayip çuvallayacağım için dönem sonunda ikimiz de okulu bırakırdık. Ondan bir daha hiç haber alamadım, köye döndüğünü umuyorum çünkü en mutlu olduğu yer orasıydı.
