“pueritia amicis”

“Bir gün Lars’la ben…” hep böyle bir cümle kurmak istemişimdir ama hiç ünlü arkadaşım olmadı. Arkadaşlarımdan ünlü olan oldu ama onlar da arkadaşım değiller. Arkadaşlık basit iki kelime yer değiştiğinde anlamın farklılaştığı bir cümle değildir. Arkadaşlar değişse de arkadaşlık değişmeden kalır, farklılaşır belki, bireylerin tavırları oranında zayıflar ama yok olmaz, uzun bir aradan sonra bir arya gelindiğinde yeniden güçlenir, bir cenazeyle, bir doğumla, iyi ya da kötünün paylaşımıyla eski halini alır. Arkadaşlık herkesin kişisel serüvenidir.
Hayatımın tartışmasız en renkli arkadaşlık grubu, çocukluk arkadaşlarımdır. Herkesin çocukluğunda takıldığı bir çetesi vardır, ya mahalleden ya da okuldan. Ben okul arkadaşlarının aynı zamanda da mahalle arkadaşları olan şanslılardanım o nedenle inanılmaz hatıralar biriktirdiğim yoğun bir çocukluk yaşadım. Biz beş kişiydik, aslında temel olarak dört ama sonradan aramazı katılanı da saymazsam olmaz, taşınmadan evvel sadece bir yılı aramızda geçirdi ama öncesinde geçen dört yıllık düşmanlığımızı da katarsak beş yıllık bir geçmişimiz vardı.
Ben seksenlerin Almanya’sında büyüdüm. Paranın henüz Mark, göçmenlerin henüz misafir işçi olduğu günlerdi. Irkçılığın alenen yapıldığı ama ırkçılık sayılmadığı zamanlardı. Çevremdeki birçok çocuğun bir Türk ile arkadaş olması yasaktı buna rağmen çok sıkı dostluk kurduğum dört alman arkadaşım oldu. Hiçbiri birbirine benzemezdi, biri ince uzun diğeri ince kısa, biri şişman öteki gözlüklü. birinin astımı vardı çok fazla koşamazdı bu nedenler uzun bisiklet gezileri yaptığımız zamanlarda sık sık molalar verirdik. Öteki kavgacıydı sürekli gittiğimiz parklarda, futbol sahaları ya da öylesine dolandığımız sokaklarda karşılaştığımız çocuklarla kavga ederdi; çoğunlukla bizi savunmak için çünkü onun dışında hiç birimizin ağz burn kıracak cesareti yoktu. Öteki çok iyi futbol oynardı, o kadar iyiydi ki mahallede dondurmasına beşerli maç yaptığımızda sürekli kazanırdık. Diğeriyse çok iyi çizerdi, o kadar yetenekliydi ki sınıfta masamızı karalamamıza çok kızan öğretmenimiz onun masasına tek kelime etmezdi. Bense yabancı çocuktum, benim süper gücüm sucuklu ekmek, lahmacun ve ayrandı.
Her arkadaşlık gurubun bir başlangıç ikilisi vardır. Bizdeki de Dirk ve bendik. Herkesle nasıl tanıştığı, ilk diyaloglarımızın nasıl geliştiğini, hepsini hatırlıyorum ama Dirk’le ilgili bir ilk anım yok. Bu aynı anneniz ve babanızla bir ilk anınızın olmaması gibiydi. Dirk sanki doğduğumdan beri yanımdaydı. En eski anımı hatırlamaya çalışıp, budur dedikten bir süre sonra daha eski başka bir anı geliyordu aklıma. Sanki ayrı ailelerde doğmuş kardeşlerdik. Bizim apartman blokunda oturuyordu, hemen arkamızdaki binada. Annesi ve babası ayrıydı. Babası bir iş kazasında inanılmaz yüksek bir tazminat aldıktan sonra eşiyle boşanıp daha iyi bir mahalleye taşınmıştı. İki kardeştiler, Dirk’in benimkileri aratmayan sinir bozucu bir ağbisi vardı. Mahalleye çok sık uğramazdı, tüm çocukluğum boyunca onu hatırlayabildiğim sadece bir anı var. Boşanmadan sonra çocukları paylaşmışlar, ağbisi artık zengin olan babasında kalmaya başlamış, henüz çok küçük olduğundan Dirk’te annesinin yanında. Sadece bu durum Dirk’in kendisini umutsuz vaka olarak görmesine yetiyordu. Ne zaman hayatında bir şeyler ters gitse, yani öpmeye çalıştığı bir kızdan tokat yese, başlattığı bir kavgada dayak yese ya da yine karakolda biten sıradan bir günümüzde onu almaya annesi yerine ağbisi gelse “zaten bende şans olsa babamda kalırdım” derdi.
Babası hiç ortada görünmezdi ama her yıl Dirk’e inanılmaz bir doğum günü hediyesi alırdı. BMXlerin ilk defa piyasaya çıktığı yılda ondan almıştı. Dirk hepimizi hemen bir araya toplayıp McDonalds’ın yanındaki merdivenlere götürdü. Merdivenler bir on metre kadar aşağıya iniyordu. Bisikletlerle üç-beş basamaklı yerlerden inmek hepimizin hoşuna gidiyordu ama buradan inmek tam bir çılgınlıktı. Dirk ne zaman bu merdivenlerin yanından geçsek buradan bisikletle inmek istediğinden bahsederdi ama henüz bunu başaracak bir bisikletin icad edilmediğinden yakınırdı. O bisiklet sonunda üretilmişti, eğer o merdivenlerden bir BMX inemiyorsa hiç biri inemezdi.
Dirk’i durdurmaya çalışmadık. Hepimiz BMX ile oradan zahmetsizce ineceğinden emindik. Dirk de kendisine çok güveniyordu, tereddüt bile etmeden saldı bisikletini aşağıya doğru, yarısına geldiğinde BMX ortadan ikiye bölündü ve Dirk merdivenlerin geri kalanını yuvarlanarak indi. Aşağıya vardığında kesin ölmüştür diye düşünüyorduk ama Dirk çılgın gibi havaya sıçrayıp “gördünüz mü?” diye bağırdı, “başardım!” o aşağıda biz yukarıda deliler gibi çığlık atıyorduk etrafta geçenlere “başardı, başardı!” diyorduk ve insanlarsa bize salakmışız gibi bakıyordu.
İkiye bölünen BMX’in parçalarını çöpe attık. Annesi sorduğunda da Dirk BMX’in alışveriş merkezin önünde çalındığını söyledi. Bu şekilde cezadan yırtabileceğini düşünmüştü ancak annesiyle babası polisi işin içine karıştırmaya karar verince olanları itiraf etti. Tam bir ay ceza aldı. Ama tüm yaz bu olay konuştu ve Dirk efsaneye dönüştü. Zamanla çocuklar BMX’in ikiye bölünmesinin uydurma olduğuna inanmaya başlayıp Dirk’in gerçekten oradan indiğini kabul ettiler. McDonalds’in yanındaki merdivenler BMX alanlar için kutsal bir mekana dönüştü. Çocuklar BMXle oradan sağ salim inmeyi bir kabul töreni gibi algılamaya başladı. Bir çok kişini kafası yarıldı. O kadar çok şikayet geldi ki belediye bisikletlerle merdivenlerden inmeyi engellemek için basamaklara bariyerler bile koymuştu. Kırk yıl geçti üzerinden ve bariyerler hala orada. Merdivenin başındaki BMXle inen tek çocuk, Dirk’in anısına dikilen “bisikletle inmek yasak!” levhasıyla birlikte.