Ağbilerimin bana en büyük katkısı harika bir müzik alt yapısı oluşturmamı sağlamalarıdır. Büyük ağbim Kiss hayranıydı, onun sayesinde yetmişlerin ve seksenlerin tüm baba gruplarına aşina bir kulak geliştirdim, diğeriyse Elvis hastasıydı, saçını başını bile onun gibi tarar onun gibi yürür, konuşur, hal ve tavrı bile kral gibi olurdu; onun sayesinde de çok sağlam bir klasik Rock repertuarı edindim.
Üçümüz aynı odada kalırdık, bu nedenle kendi özelimizi yaşayacağımız bir alanımız yoktu. Her şey paylaşım üzerine kurulmuştu, tabii ben küçük olduğum için bu paylaşım benim açımdan çok da eşit bir orana dayanmıyordu. Odamız büyükçeydi, içine üç yatak, üç dolap, üç masa, bir TV ve bir de Hi-Fi sığdığına göre küçük sayılmazdı. Gerçi dolaplar yatağın üzerindeydi, dar alanlar için tasarlanmış yataklı dolaplardandı, masaları da ortada kocaman bir yemek masası olacak şekilde birleştirmiştik, TV çok küçüktü, oturma odasına renkli büyük ekran bir Saba aldıktan sonra küçük olanı odamıza almıştık; kumandasızdı, doğru düzgün çekmezdi, zaten seksenlerde öyle kanaldan kanala zaping yapacağınız kadar çok özel televizyon da yoktu, seksenlerin Almanya’sındaydık, devlet televizyonların kral olduğunu dönemdi.
Odamızın en değerli parçası kesinlikle Hi-Fi’di. İki numaranın yatağının yanında pencerenin köşesinde, iki gözü olan bir dolabın üzerinde duruyordu, üst gözde iki numaranın Elvis, Bill Haley, Little Richards ve Chuck Berry koleksiyonu vardı, altta da bir numaranın Kiss, Deep Purple, Rainbow, AC/DC plakları. Herkesin kendi müziğini çalması için önceden belirlenmiş bir vakti vardı, kimse öyle kafasına göre plak koyamazdı. Benim Hi-Fi’a dokunmam yasaktı, çok küçük olduğum için plakları çiziyor, yeterince özen gösteremediğim için iğneyi kırabiliyordum.
Daha çok Elvis dinlemeyi severdim, ağzı kanlı Gene Simons’ın resmini gördükten sonra Kiss’in müziğine karşı bir ön yargı geliştirmiştim. Yine de “Rock n roll all nite”in nakaratına eşlik etmeyi seviyor, Ace Frehley’in sololarına hasta oluyordum. Spaceman ilk favori gitarcımdı, Les Paul sevgimden ondan gelir. Beğendiğim gitaristlerin hemen hemen hepsinin de Les Paul tercih etmesi bir tesadüf müdür yoksa küçüklüğümde oluşan istemsiz bir kriter midir emin değilim.
Manyak bir Rock altyapısı ile büyüdükten sonra müzik zevkimin değişmesi ilginçti. Öncelikle memlekete kesin dönüş yapmamız, farklı bir kültür çevresine girmemiz müzik dinleme alışkanlığım üzerinde etkili oldu. Seksenlerin ikinci yarısındaydık, tam Türkiye’nin kasetçi kültüründen video kültürüne doğru evirildiği zamandı. İlk yıl bizim caddede bir kasetçi vardı, sipariş üzerine kaset doldururdu. Raks kaset üretmeye başlayınca plakların yerini kasetler doldurmaya, fiyatlar düşünce de insanlar kaset çektirmek yerine orijinalleri almaya başladı, bu da kasetçilerin videoculara dönüşmesine neden olmuştu. Bizim kasetçide ortama uydu ve dükkanı video kasetçiye çevirdi.
Plak almaya alışık bir gençlik olmalarına rağmen ağbimler kasete geçmekte zorluk çekmediler. Hala aynı Hi-Fi’yi kullanıyorduk, sadece bu sefer herkesin kendi odası olduğu için o bir numaranın odasında duruyordu. Herhalde bir iki yıl sonraydı, iki numaranın odasına bir kasetçalar alındı, artık yeni plaklar almadığımız için küçük ağbim bununla idare edebiliyordu. Benimse hiç hi-fi’yım ya da kasetçalarım olmadı, genelde bir şeyler dinlemek istersem onların odasında takılıyordum tabii onların izin verdiği zamanlarda. Zaten oturmamış bir müzik zevkim vardı, kendi kafama göre çıkıp albüm falan almıyordum. Şu meşhur turuncu kulaklıklı sony walkmanlerden almışlardı bana, odamda ancak onunla müzik dinleyebiliyordum, çoğunlukla ağbimin müzik setinde kaydettiğim kasetleri.
İlk ne zaman kendi müziğimi seçmeye başladığımı hatırlamıyorum, sanırım ortaokul lise arası bir zamanda. Almanya’dayken müziğe ulaşmak çok kolaydı, Die Hitparade vardı, Bravo vardı, istediğiniz albümü almadan önce dinleyebileceğiniz plakçılar vardı, en önemlisi her türlü müzik yayını yapan çok fazla radyo istasyonu vardı. Buradaysa hiçbiri yoktu, evet TRT’de mikrofonu yandan tutan bir amca arada bir çıkar yabancı video klipler oynatırdı ama o kadar. Seksenler Türkiye’sinin yabancı müzik zevki dünyadan bir dekade geride kalmıştı. Aslında benim için hoştu, kulak aşinalığı olan şarkılar çalınırdı ama ne kadar güzel olursa olsun insan çokça yenilik isteyen bir canlı türüdür, ben de farklı değildim yeni sesler, yeni tarzlar dinlemek istiyordum.
Kendi müziğimi arama maceram ulaşılabilir kaynaklarla sınırlıydı bu da sadece Türkçe müzik anlamına geliyordu. Barış Manço memlekete yerleşmeden önce dinlediğim tek Türk sanatçıydı, hazır öyle bir kulak alışkanlığım vardı ondan devam ettim, onun kasetlerini almaya başladım. Barış’ı dinlemek gerçekten de hoştu, ortaokul yıllarımın başında kendi tercihimle bir tek onu dinledim diyebilirim ancak Barış Manço’yu yaşadığım yıllar “Domates, Biber, Patlıcan” dönemiydi, eğlenceliydi ama ruhumu yeterince doyuran bir gıda değildi.
Ne zaman hip hop dinlemeye başladım, nasıl rap müzikle tanıştım, kulağıma çalınan ilk parça hangisiydi, şarkıcı kimdi, bunların hiç birini gerçekten de hatırlamıyorum. Rap’in duyulmaya başlandığı dönemdi, nerdeyse herkes en az bir tane rap şarkı çıkartıyordu; Barış Manço “Ayı”yı, Cem Karaca “Raptiye, Rap, Rap”ı yapmıştı; Run DMC’in Aerosmith’le düet yapıyordu, Ice-T gangsta rap’ın ilk kafiyelerini söylüyordu, kızgın Comptan’lılar NWA’i kuruyordu… tabii ben tüm bu gelişmelerden ancak yıllar sonra haber alıyordum.
“Walkin with a Panther” aldığım ilk albümdü, seksenlerin sonundaydı, Bakırköy çevresinde yabancı müzik bulma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu daha yeni keşfetmiştim. Neler dinlenir çok emin olmadığımdan oradan buradan duyduğum şarkıcıların albümlerini alıyordum. Arkadaşlar arasında LL Cool J en ünlüsüydü, her ne kadar sondaki “cey”i “cii” gibi okusak da hepimiz onu dinlerdik.
Memlekete dönmüş olsak da yeni müzikleri hala Almanya’dan öğreniyorduk. Ailesi hala Almanya’da olan okul arkadaşlarım vardı, her tatilde oraya uçarlardı, resmen müzik dünyası ile aramızda onlar sayesinde bir hava köprüsü oluşmuştu. Korkut da onlardan biriydi, güzel filmlerin soundtracklerini almayı severdi, kendince bunu bir müzik türü olarak sınıflandırırdı. Onunla birlikte bende kendimi bir “Film Müziği Sever” olarak tanımlamaya başlamıştım. Bulduğum her albümü dinlemeye çalışıyordum ve bulabildiklerim de çok değildi. Bakırköy’deki imkanları keşfettikten sonra hangi albümleri almam gerektiğine doğru düzgün karar veremiyordum, almadan önce dinleme imkanım olmadığından sadece kapağına bakıp karar veriyordum. Bu da çoğu zaman kötü müzikler seçmeme neden oluyordu. Bu şekilde aldığım onlarca kaset sadece bir kere dinlendikten sonra bir köşede tozlanmaya terk ediliyordu. Korkut’un seleksiyonu hoşuma gitmişti. Film müziklerinin albümlerini almak çok mantıklıydı çünkü zaten filmden müzikleri dinlemiş olduğunuzdan aldığınız albümde kötü sürprizlerle karşılaşmıyordunuz. Film müziklerini dinlemeye işte böyle başladım.
TRT2’de sinemaya gelen filmleri tanıtan bir program vardı, adını tam olarak hatırlamıyorum, programı bir soundtrackin klibiyle kapatırlardı. Tam bana göreydi yani, hiç kaçırmazdım. ’91 senesiydi, heyecanla “Terminator 2: The Judgmend Day”in sinemalara gelmesini bekliyorduk. Bahsettiğim programda serinin de açık ara en iyisi olan filmin tanıtımını yapmışlardı, tabii sonunda da “You Could Be Mine”in klibini yayınladılar, Terminator 2’nin film müziğinin.
Guns ‘n Roses’in dinlediğim ilk şarkısı buydu. Matt’in bateri girişiyle Duff’ın basının karışması ardından Slash ve Izzy’nin riffleri… Büyülenmiş gibiydim, baterinin kalp atışı gibi başlayan introsu, gitarın sessiz bir yankı gibi gittikçe büyüyen ve en sonunda şarkının ritmine dönüşen sesi, Axl’in vocali, hepsi çılgıncaydı. Şarkının gelgit gibi bir yükselip bir alçalması sonrasında Slash’in solosuyla parçanın doruk noktasına ulaşması ve son bölümde Axl’in şarkıyı bir rap ile bitirmesi. Mükemmeldi. Büyülenmiştim, sanki Axl televizyonun ekranına vurarak beni yanı çağırmış, kulağıma doğru eğilip : “Ey Türk! Titre ve kendine gel,” diye fısıldamıştı. Ben de tam olarak öyle yaptım, titredim ve Rock’a döndüm.
“You Could Be Mine” kişisel müzik tarihimin dönüm noktasıdır, milattır. Rock müziğini yeniden keşfe çıktım. Bir yandan bizimkilerin arşivinde eskileri yeniden dinlemeye başlarken bir yandan da yeni gruplarla tanıştım. Özkul’dan Cabir ve Unkapanı’na, Korkut’tan da Özgürlük Meydanı’ndaki kasetçilere takılmayı alışkanlık edindim. Zamanda değişiyordu, doksanlarla birlikte imkânlarda artmıştı. Blue Jean’in yanında Rock Kazanı ve Stüdyo İmge gibi dergiler de çıktı. Önce Net Kitap Evi sonra Megavizyon ile Kerange, Billboard gibi yabancı dergilere de ulaşmaya başladık. Özel radyolar çıktı, MTV yayına başladı, özel televizyonlarda müzik programları çoğaldı, artık parçalara birer klasik olmadan önce ulaşmaya başlamıştık. Ülke çok hızlı bir şekilde dönüşmeye başlıyordu ya da ben elde ettiklerimi yeni keşfettiğimden bana değişiyormuş gibi geliyordu. Köprü altı Kemancı’ya takılmaya başladım, orası yandıktan sonra da Taksim’deki rock barlara, önce Gitar ve Karavan sonra Hayal Kahvesi, 45lik ve Cazibe. Salı günleri Sis’e giderdik, Ortaköy’e, Volvox dinlemeye ya da onun biraz ilerisindeki bara pogo yapmaya. Paramız olmadığında Abdullah Sokağa takılırdık ki çoğunlukla yoktu. Ancak iyi arkadaşlıklar kurmuştuk aramızda birinde para olsa hepimiz bir mekanda doluşurduk, amaç müzik dinlemek, kafa sallamak, takılmaktı, gerisi teferruat.
İlk aldığım albüm tabii ki You Could Be Mine’in bulunduğu Use Your Illusions 2’ydi ama grubun tüm albümlerini almam için çok vakit geçmesi gerekmedi. Guns ‘n Roses hala en favori grubumdur, STP, Nirvana ve Alice in Chains ile birlikte. Artık salak salak şeylere para harcamaktansa harçlığımı biriktirip albüm alıyordum. Belki de bu yüzden Edirne’de üniversiteye gidene kadar sigaraya başlamamıştım, Camel’e verecek parayı daha iyi şeyler için biriktiriyordum. Çok kısa sürede sağlam bir arşiv meydana getirmiştim, ağbim tatil için Ankara’dan döndüğünde buna çok şaşırmıştı.
Hayatımın bu döneminin zirve noktası, tabii birçok genç gibi, İnönü stadındaki konserlerdi. Beni yeniden rock müziğiyle buluşturan parçayı canlı olarak sahnedeki performansını izleyebilmek muhteşem bir duyguydu, özellikle de hayranı olduğun bir gruba dokunacak kadar yakın olmak inanılmazdı. Sanırım böyle düşününce evet, o dönemi yaşayan bizler gerçekten de şanslı olanlardık.