
Onu ilk defa 94 yazının başında üniversite sınavından hemen sonra bir sabah programında “Akdeniz Akşamları”nı çalarken gördüm. Açıkçası benim gibi birinin televizyona çıkmaya başarmış olmasından kendimce guru duymuştum. Saçlarımın uzun olduğu yıllardı ve o yıllarda sağımda solumda, mahallede, sokakta öyle her üç kişiden biri uzun saçlı değildi. Doksanları Esenler’de uzun saçla atlatabilmek, hayatınız boyunca başka başarı elde etmemek derecesinde büyük bir zaferdi. Saçını uzatan erkeklerin sayısı o kadar azdı ki trafikte karşılaşan iki Tosbağa sürücüsü arasında nasıl bir bağ varsı uzun saçlılarda birbirlerini aynı derecede sahiplenirdi.
Haluk, o dönem lösemili çocuklar için yardım topluyordu; daha sonra da Gökova’ya nükleer santral yapılmaması için mücadele etmişti. Faaliyetlerin takip etmiyordum, müziğini dinlemiyordum, o yaşlarda benim için Türk Rock’ı hala keşfedilmeyi bekleyen kıtaydı ama Haluk Levent hafızamda toplumsal mücadeleyi destekleyen Türk Rock’ının çirkin çocuğu olarak kalmıştı.
94 hayatımın en güzel yılıydı; dokuz yıldan sonra çocukluğumun geçtiği şehre döndüm, ilkokul arkadaşlarımla buluştum, kaldırımlara sinmiş anılar arasında dolaştım; okumak için Edirne’ye taşındığım yıldı, aileden bağımsız, kafama göre takılmaya başladığım seneydi; özgürlüğümün sınırlarını en çok zorladığım devirdi.
Daha önce hiç İstanbul dışında yaşamamıştım. Tamam kent dışına çıktım ama sadece tatil için bir, iki haftalığına, max bir ay. Çocukluğum da başka bir yerde geçmişti İstanbul’a taşındığımızda on iki yaşındaydım ve yıllar sonra geri döndüğümde bizimkilerin nasıl da iyi bir kara verip oradan ayrıldıklarını fark etmiştim. Edirne benim için inanılmaz bir deneyim olacaktı, kent hakkında hiçbir bilgim yoktu; herkesin lisede öğrendiği genel geçer konularda fikir sahibiydim tabii ama benim merak ettiğim daha çok gençlerin nasıl yaşadığı, bir rock çevresinin olup olmadığı, İstanbul’da uzun saçlı gençlerin sayısı bu kadar azken orada en azından bir tane benim gibi headbanger bulabilecek miydim, bunları merak ediyordum.
Kampüse ilk adım atışımı hatırlıyorum da biri “hey uzun saçlı,” diye bağırmıştı. İstanbul’dan alışıktım buna, yumruk yemeden hemen önce duyardım genelde. Bu seferki farklıydı ama, bir kız sesiydi, iki kız sesiydi, katinin önündeki banklardan gülüşerek bana el sallıyorlardı. O ilk anda hayatımın en muhteşem yıllarımın bu şehirde geçeceğini anlamıştım ve otuz yıldan sonra bile bu değişmedi. Uzun saçlı popülasyonunu şehir nüfusuna göre oranlarsak 94 yazında Edirne’de İstanbul’dakinden daha çok Saçı uzun vardı; sanki bir Headbanger konferansı için her ilden bir uzun saçlı temsilci olarak gönderilmişti. İnanılmaz rahat bir ortam vardı, kimseyi tanımıyordum ama fakülteye kadar karşılaştığım onlarca kız erkekle selamlaşıyor, hal hatır soruyor, kısa tanışmalarla çevre edinip tek ortak noktamız saçımızın uzun olması olan yabancılarla ayak üstü sohbetler ediyordum. müthiş bir ilk gün yaşamıştım, hiç kimseyi tanımadım bu şehirde bir anda yüzlerce arkadaşım olmuştu; kimsenin adını bilmiyordum ama akşam yurda döndüğümde durakta, otobüste, yolda, orda burada bir sürü insanla inanılmaz geyikler yapmıştım.
Hemen hemen ilk günlerde gece hayatının da çok sağlam olduğu keşfetmiştim. Bir İstiklal geçmişim zaten vardı, yanmadan önce köprü altı Kemancı döneminden başlayarak Beyoğlu’nun rock dönemindeki mekanlara uzun zamandır takılırdım. Edirne’de bu alışkanlığımı devam ettirebileceğim tarz gece hayatının olması oradaki günlerimi daha da muhteşem hale getirmişti.
İlk çıktığımızda Çağım diye bir mekana gittik; inanılmaz kalabalıktı zar zor duyulan bir müzik vardı ve ortam da fazla aydınlıktı ama çok yüksek bir beklentimiz de olmadığından bu durumu yadırgamadık, bulduğumuz ilk yere oturduk. Öyle oturmuş ortama ayak uydurmaya çalışırken biri geldi, çok samimi bir şekilde “nasıl gençler eğleniyor musunuz?” diye sordu. Yeni gelmiştik, henüz eğlenmeye başlamamıştık ama zaten formaliteden sorulmuş bir soru olduğunda “harika bir ortam” tarzında çok eğlendiğimizi belirttik. Yanımıza gelen arkadaş siyah bir kot üzerine de beyaz bir gömlek giymişti, bize “bir isteğiniz var mı?” diye sorunca sipariş almak için yanımıza uğradığını sandık ve birer bira sipariş verdik, hatta kafasını kaldırıp bara doğru “buraya üç bira ver!” diye bağırması her ne kadar garip olsa da yadırgamadık. Sonra bize “iyi eğlenceler,” dileyerek arkamızdaki masaya gitti. Oradakilerin ona sarılmasından, fotoğraf çektirmesinden, dijital çağın arefesinde olduğumuz düşünülürse bunun için hazırlık yaptıklarını anlayabilirsiniz, yanına uğradıkları için mutlu yüz ifadelerinden, seslerinden elemanla ilgili bir şeyleri yanlış anladığımızı fark ettik. O garson, aynı şekilde bardaki tüm masaları tek tek gezdi ve biz göz ucuyla unu uzaktan izledik. Son masada da coşkuyla karşılandıktan sonra eleman gitarını eline alıp sahneye çıktı ve “yollarda bulurum seni”yi söylemeye başladı. Televizyondaki çirkin çocuğun sadece öylesine biri olmadığını o zaman anladım.
Edirne’nin eğlenceli hali birkaç hafta sonra siyasi olaylar nedeniyle bozulmaya başladı. Benim liseden beri okula erken gidememek gibi bir sorunum vardı. geç kaldığım bir sabah Edirne’deki tüm uzun saçlıların kafalarını kesmişti. Kampüste tam bir uzun saçlı kıyımı yaşanmıştı. Bir gün önce dernek kuracak kadar çokken ertesi gün yapayalnız, uzun saçlı, çelimsiz, çirkin rockçı bir çocuktum.
İsimleri hiç aklımda tutamam, o zaman da öyleydi, şimdi de öyle; zaten bir haftada onlarca insanlar tanıştım ki istesem de tutamazdım; bilmem kaç tane Yunus, bir iki Emre, bir düzine Gökhan, birkaç günde bunları birbirine karıştırmadan hatırlamak benim için çok zordu. Hatırladığım isimler de vardı, ilginç olanlar Gürani gibi ya da kısa olanlar Alp gibi. Alp’le mesela minibüsten indikten hemen sonra üniversiteye giden bankamatiklerin arkasındaki yolda karşılaştım. Eğer ayırt edici bir tip olmasaydı onu hayatta tanıyamazdım, inanılmaz şekilde Iron Maiden’in Eddie’sine benziyordu hatta saçını kestikten sonra daha fazla. Ona “niye kestin lan saçını?” diye şok olmuş şekilde sordum, sanki öyle bir hakkım varmış gibi. Nedense o dönem toplumun “kes lan saçını!” baskısına aileden başlayarak köşedeki bakkala kadar herkes tarafından maruz kaldığımızdan “kim kestirtti lan saçını?” retoriğinin giriş cümlesi olarak kullanıyorduk. “Baba sıkıldım, ya!” diye cevap verdi cebinden bir Camel çıkartıp bana uzatarak. Elimi sallayarak uzaklaştırdım sigarayı, henüz içmeye başlamamıştım, daha birkaç saatim vardı. Alp’ten sonra karşılaştığım herkesin de saçlarını kesmesinin nedeni aşağı yukarı aynıydı; Yunus çok sıkılmıştı, İlhan bakamıyordu, Erol’ün saçları dökülmeye başlamıştı… kimse itiraf edemiyordu ama herkesin saçlarını kesmesinin nedeni okulda patlak veren siyasi kavgaydı. Eğer uzun saçlıysanız doğrudan tarafsınızdı, apolitik olsanız bile, Bu da sizi açık hedef haline getiriyordu. Zaten toplum baskısına rağmen saçımızı uzatmıştık, ne satanistliğimiz kalmıştı, ne komünistliğimiz; herkesin karşıt olduğu değerleri temsil ediyordu, sevilmiyorduk kısaca. Böyle bir ortamda bir de katılmadığı bir siyasi kavgaya kurban gitmek istememelerini doğal karşılıyorum. Bense onu bile iplemiyordum, bana ne olmam gerektiğini söyleyenlere kulak tıkamaya o kadar alışmıştım ki sokakta beni parmakla gösterdiklerinde rock yıldızı gibi hissediyordum. Hayatta kalmamı sağlayan da bu umursamaz tavrım oldu, sanırım.
Akşamdan sabaha Edirne’deki tüm uzun saçlıların kafalarını kesmelerinden sonra ben “son saçı uzun rockçı” sıfatıyla aziz mertebesine eriştim. Herkes için ben artık o uzun saçlı çocuktum, “kim? “şu uzun saçlı olan” herkes beni tanıyordu, kimse adımı bilmese bile. Bana metal diyorlardı, Rockçı, Asi, hatta biri ince uzun olduğum için beni İsa’ya benzetip Jesus bile diyordu.
Kampüsteki siyasi gerginlik çok uzun sürmedi, yıl boyunca hep bir hır gür vardı ki doksanlarda tüm üniversiteler için durum aynıydı ama o ilk kavgalardan sonra hızlı bir barış havası esti şehirde. Arkadaşları siyasi görüşlerine göre seçmediğim için her kesimden insanla ahbaplığım vardı. üniversitedeki zamanımı eğlenerek değerlendirmeye çalışıyordum, çok iyi bir bölümde okumuyordum ve mezun olunca da alakasız bir alanda çalışacaktım. Bu nedenle elimden geldiğince çok insanla tanışıp, yapabildim kadar fazla anı biriktirmeye çalıştım.
İlk muhteşem haftadan sonra okulun eğlencesi biraz kaçtı tabii ama şehir kendini çok çabuk toparladı. Millet sadece saçlarını kesmişti, yaşam tarzları değişmeden dolu dizgin devam ediyordu. Son uzun saçlı olarak kalmıştım ama onun ezikliğini yaşamıyordum. Ha bir de Haluk vardı, o da uzun saçlıydı. Onunla karşılaşmaya devam ettim, bazen okulun karşısındaki Özlem Kafe’de, bazen milletin buluştuğu postanenin yanıdaki telefon kulübelerinde. Ne zaman karşılaşsak bana selam verirdi, herhalde o da türümüzün tek örnekleri kaldığımızın farkındaydı ve bir şekilde benimle ilgilenmesi gerektiğini hissediyordu. Bir keresinde HB kafenin önünde otururken okeye dördüncü aradığını söyleyip oyuna çağırmıştı, bir keresinde de potaların oradan geçerken bir adam eksik oldukları için baskete. İkinci albümünü çıkarım tüm ülkece tanındıktan sonra, şehre sadece haftada bir Addres Bar’da programa geldiğinde de o garip sessiz iletişimimiz devam etti.
Çok uzun bir süre sonra kuzenimi askere uğurlarken onunla otogarda karşılaştık, topluca “Ankara”yı söyledik o da gülerek yanımıza geldi. Artık ikimizin de saçı kısaydı ama yine aynı mütevazi haliyle askere giden kuzenimle bir çift laf etti, tek tek elimizi sıktı. Beni görünce gözlerini kısarak yüzüme baktı ve “saçlar gitmiş” dedi. Belki sadece kafamı kazıttığım için öyle demişti ama ben herkesin saçını kestiğini 94 yılının Edirne’sine bir gönderme yaptığı varsayıyorum.