
Doksanların sonunda kuzenimle Bakırköy’den Taksim’e gitmek için meydanın oradan kalkan sarı dolmuşlardan birine binmiştik. Minibüs neredeyse boştu, koltukların dolması için beklememiz gerekiyordu. Genelde kapıda bekler bir iki dal sigara içerdik ama hazır arka beşliyi boş bulmuşuz hemen binip oraya yerleştik. O zamanlar Bakırköy’den Taksim’e çıkmanın en hızlı yolu bu dolmuşlardı, yol üzerinde yolcu indirme-bindirme ya da dur-kalk yapmazlardı; ayakta yolcu almamaları ve herkesin son durağı Taksim olmasından dolayı şoför E-5’ten basar yirmi dakikada Tepebaşı’na varırdık.
Hep Tepebaşı’nda inerdik, İstiklal’e ortadan giriş yapmayı çok severdik. Herkes son durağa kadar giderdi, sanki Beyoğlun’a Taksim’den giriş yapmanın bir zorunluğu varmış gibi. Bana göre İstiklal’e çıkmanın en iyi yolu caddeye Odakule’den giriş yapmaktır. Biz de öyle yapardık, Tepebaşı ışıklarda iner, Tüyap’ın etrafından dolanıp Odakule’nin altından caddeye çıkardık.
O cumartesi, şansımıza araç normalden daha çabuk doldu, herhalde o gün Taksim’e çıkacakların hepsi aynı anda meydana çıkmıştı. Bizden hemen sonra araca, dolmuşun yarısını dolduran, birçoğu uzun saçlı bir grup bindi. Taksim’in Rock çağını yaşadığı dönemdi oraya giden erkeklerin hemen hepsi, kuzenim ve be de dahil uzun saçlıydı. Binenleri hemen tanıdım, zaten Ertan’ın anında fark edilen bir tipi vardı. Grubun solisti, davulcusu ve gitaristi arka beşliye yanımız oturdu. Kuzenime “Acil Servis,” diye fısıldadım. Olabildiğince sessiz ve çaktırmadan yanında oturanların kim olduğunu anlatmaya çalıştım ama kuzenim çoktan Taksim havasına girmiş kendi kendine şarkı söylüyordu. Bırakın yanında oturanları minibüse birilerinin bindiğinin dahi farkında değildi. Acil servis, dediğimde “değiştir” komutunu almış gibi “Yusuf, Yusuf,” nakaratını söylemeye başladı. Kulağına doğru eğilip yine “Acil Servis,” diye fısıldadım, yanında oturanın kim olduğunu anlaması için de “solisti,” diye de ekledim gözlerimle yanını işaret ettim çaresizce. Kuzenim çoktan uçmuştu “Harbi, baba ya!” dedi “Acil Servis’in tipi ne öyle ya, aslan adam gibi.” susması için onu dürttüm ama öyle bir moda girmişti ki tüm patavatsızlıkları sonuna kadar sergilemek zorundaydı; “Vincent! Adam aslana benziyor ama ses efsane. Adamın her şeyi kocaman, koca surat, koca vücut, koca ses!” bunları da sanki tüm minibüsle diyalog halindeymiş gibi sohbet havasında söylüyordu, öyle kendi kendine laflamıyordu.
Minibüsteki herkes, konuya en alakasız olanlar bile Acil Servis’in dolmuşta olduğunu fark etti ama benim kuzen bir türlü grubun solistinin yanında oturduğunu anlayamadı. Hala müzikleri, klipleri, tipleri, şarkıları markıları hakkında yorum yapmaya devam ediyordu. Birkaç kere daha çaktırmadan, onu uyarmaya çalıştım ama ben “Acil,” dedikçe o, “manyak grup;” “servis” dedikçe “sağlam parça,” gibi kendince cool yorumlarını sürdürüyordu.
Yorum yapmayı bırakıp kendini kendine ama herkesin duyabileceği şekilde şarkı söylemeye başlayınca onu kendi haline bırakıp olabildiğince cama doğru yanaştım. Kuzenim “Gecenin Karanlığında,” ile başladı, “Acizsin,” ile devam etti. “Sen de iste”yi söylerken Ertan’ın sessizce eşlik ettiğine yemin edebilirdim hatta Bülent önündeki koltuğa vurarak ritim bile tutuyordu.
Kuzenimin tüm patavatsızlığına rağmen dolmuşta inanılmaz bir hava oluşmuştu. İğrenç sesiyle şarkı söylemesi, insanların sessizce onu dinlemesi, grubun back vokal yapması, ritim tutmalar… keşke orada kesseydi ama hayır kuzenim, “Bebek”i de söylemeye kalktı. Söylemekte haklıydı aslında, Acil Servis’in çıkış parçasıydı, o yaz herkesin dilindeydi, klibi sürekli televizyonda dönüp duruyordu, hepsini söyleyip de onu söylememek olmazdı. Ne var ki kuzenimin bet sesi o şarkıyı kaldıramadı, “Hey bebek,” diye nakarata başladığı anda elektrikler kesildiğinde ışıkların gitmesi gibi kuzenimin sesi gitti. Minibüs’ün önünden arkasına dalga dalga gülüşmeler geldi, ben koptum, nazik davranıp kahkahamı gizlemeye çalıştım, başaramadım. Kuzenim bu türden durumlarda inanılmaz gamsızdır, yüzü bile kızarmadı, adam o kadar uçmuştu ki belki dolmuşta olduğunun bile farkında değildi, kendini oturma odasında ayaklarını zigota uzatmış bile sanıyor olabilirdi.
Unkapanı köprüsünden çıkıp yokuşa doğru tırmandığımızda Ertan şoföre doğru “Kovboy!” diye seslendi “bizi Meşrutiyet’in köşesinde bırakabilir misi?” Kuzenim o an yanında birinin oturduğunu fark etti. Bana yanaşarak “şoförü tanıyor herhalde, kovboy movboy değine göre,” diye fısıldadı, hala kim olduklarını anlayamamıştı. Kaptan rotasından sapıp ışıklardan sağa döndü Tüyap’ın arkasından İngiliz Konsolosluğun sokağına girdi. Normalde dolmuşlar ana yoldan sağa sola sapmadan doğruca Taksim’e çıkarlardı ama grup herhalde sürekli gidip geldiğinden şoför onlar için bir ayrıcalık yapıp ellerindeki enstrümanlarla fazla yürümeden direkt İstiklal’e çıkmalarına yardımcı oluyordu. Bizim de işimize geldi., Tüyap’ın oradaki ışıklarda ineceğimize liseye çıkan o konsolosluğun köşesinde indik.
Grup ellerinde gitarlar, çantalar ve daha bilmemnelerle önümüzde biz onların arkasında dolmuştan indik. Hatta inerken kuzenim, Ertan’ın ardında sürüklediği bir çantayı araçtan indirmesi için yardım bile etti, buna karşılık da bir “sağ ol kovboy!” dahi kazandı. Bir süre Acil Servisi’i İstiklal’e kadar takip ettik, bilinçli olarak değil tabii sadece hepimiz aynı yere gidiyorduk. Lisenin orada biz heykele doğru döndük onlarsa tünele yöneldiler. Kuzenim o ayrılıktan sonra “Tanıdın mı lan elemanları?” diye sordu. Acil Servis olduklarına ancak fark edebilmişti. Dersaadet’in oradaki dönerciye gidene kadar ünlü bir Rock grubuyla yan yana oturmuş olmanın ne kadar havalı oluğundan bahsedip durdu.
Aynı yıl kış aylarında Acil Servis Edirne’de çalmaya başladı. Haftada bir iki gün sahne alıyordu. O dönem Edirne’de, müzikal açıdan çok doyurucu bir yıl yaşıyorduk, bir iki akşam Haluk program yapıyordu, arada bir Murat Göğebakan geliyordu, bizim Bitli vardı, sonra Birolcan… Bir akşam bomboş bir Kampus’ta tek başlarına otururken gördüm onları. Pub Kampus sürekli gittiğimiz, üniversitenin karşısındaki kafelerden bir tanesiydi; Cemil ağbi olur da bir gün içki ruhsatı da alırım diye adını “Pub” koymuştu ama o içki ruhsatını hiç alamadı. Sürekli takıldığım bir mekân olduğundan herkesi tanırdım, herkesi tanıdığım içinde çok kalabalık olduğunda boş olan sandalyeye oturur kim olduklarına bakmadan masanın muhabbetine katılırdım. O akşam kafe bomboştu, adamlar tek başlarına masada oturuyorlardı buna rağmen kim olduklarına aldırmadan yan masadan bir sandalye kapıp yanlarına oturdum. Sonuçta tek oturmak ile oturacak yer bulamamak temelde aynı yalnızlığı farklı duygularla yaşamaktan ibaretti ve Allah biliyor ya yalnız kalmayı hiç sevmiyordum.
Masalarına oturur oturmaz onlara kuzenimi anlatmaya başladım, kim olduğu nerde okuduğu, çocukluğundan buyana yaptığı saçmalıkları. Çok sıkıcı bir sohbet başlatmıştım ama elemanlar masalarına oturan bir yabancıyı nezaketle dinliyorlar, muhtemel benim geri zekalı olduğumu düşünüyor, anlattıklarımın sabırla bir yere varmasını bekliyorlardı. Sonra Bakırköy’den sarı minibüslere binişimize geldim. O nokta da hepsinin yüzünde bir aydınlanma belirdi. Hikâyenin nereye varacağını hemen anlamışlardı, pot kırmada üstünlüğünü sayısız örnekle anlattığım kuzenimin onların da Taksim’e çıkmak için sık sık kullandıkları dolmuş ile kesişmesi başka bir neticeye varamazdı zaten. Kuzenime ilk “acil servis” dediğimde masada gülüşmeler başladı anlatının sonuna gelene kadarda coşarak devam etti, zirve noktası tabii ki kuzenimin şarkıda boğulup bunu çaktırmamaya çalışmasındaydı.
Kuzenimi ya da beni hatırladılar mı, sarı dolmuşta yaşananlar onların aklında ben de olduğu kadar kalıcı bir iz bıraktı mı, bilmiyorum? Masada kimse hatırladığını belirten bir yorum yapmadı. Belki de her şey sadece anlatılması güzel bir hikayeydi. Komik bir hikaye, elemanların gözlerinden yaş getirecek kadar komik. Gülüşmeler dindikten, göz yaşları silindikten sonra kalktım. Kafe çok boştu, boş bir kafe bana yalnızlığı hatırlatırdı ve Allah biliyor ya yalnızlığı hiç sevmezdim.

