“Çavdar Tarlasında Çocuklar”

“The Catcher in the Rye” hepimizin tecrübe ettiği bir yalnızlığın hikayesidir. Belki Holden gibi noel öncesi okuldan atılmamışızdır, belki eskrim takımının tüm ekipmanını metroda unutmamış, kimseye veda edemeyecek kadar çevremize yabancılaşmamış ve tatil başlamadan önce eve gidemeyecek kadar kötü bir durumda kalmamışızdır ama mutlaka aynı yalnızlığı yaşamışızdır. Hepimizin hayatında bir Salinger anı vardır, kimsenin bizi anlamadığını düşündüğümüz, kalabalıkların içinde yalnız hissettiğimiz, her şeyin üstümüze üstümüze geldiği ve tek çare olarak onlardan koşarak uzaklaşmayı denediğimiz bir an.
Yeni binyılın son aylarıydı, kış başlamış ama bu sıralar çokça yaşadığımız gibi henüz yaz bitmemişti. Batı Karadeniz’de bir köy okulunda çalışıyordum. Akıllı telefonlar henüz icat edilmemiş keza cep telefonlar bile hayatımıza gireli bir iki yıl olmuştu, internetin çevirmeli ağdan bağlandığı, bilgisayarların hala lüks sayıldı bir dönemdi. Doğum günümdü ama etrafımdaki insanların, köylülerin, meslektaşların, hiç kimsenin bundan haberi yoktu; haberi olanlarsa bana ulaşamayacak kadar uzaklardaydı. Holden kadar yalnız ancak onun gibi kalabalıkların içinde değildim.
Okul şehre inen yolun hemen kıyısındaydı. Üçte okulu kapatıp dörde kadar beni şehre götürecek bir araç bekledim ama oralarda şehre inmek istediğinizde sadece sabah vasıta bulabilirdiniz. Hava altı gibi kararıyordu, anayola inmek için de bir buçuk iki saat yürümem gerekirdi, yürümeye başlasam hava kararmadan Zonguldak yoluna ulaşabilirdim.Küçük bir ihtimaldi, yine de yürüdüm.
Üzerimde üniversiteden beri giydiğim deri mont, ayaklarımdaysa yeni aldığım botlar vardı. Sigarayı bırakmadan, Camel’in satılmadan önceki güzel yıllardı; sağ cebimden çakmağımı çıkardım, soldakinden de sigaramı. Paketin ön yüzünde hala palmiyelerin arasındaki deve vardı, arkasında da camisiyle minaresiyle bir mısır kasabası. Bir dal sigara alıp onu çakmağımla yaktım, kafama avcı şapkamı taktım ve köyün içinden geçerek şehre doğru yürüdüm. Birkaç köylü selam verdi, bir tanesi nereye gittiğimi sordu bir diğeri deli olduğumu söyledi, başkaları güldü ama birçoğu umursamadı. Köyün sınırı sayılan virajın oradaki bayırı geçtikten sonra eve dönen ineklerle karşılaştım, sabah otlağa tek başına gidip akşam olunca onlara yol gösterecek bir çobana ihtiyaç duymadan geri dönecek kadar akıllı hayvanlardı. Onlar karşılaştığım son köylülerdi.
Güneş batarkenki aydınlık hakimdi gökyüzüne, alacakaranlıktan hemen önceki zaman. Yağmur yağmamıştı ama Batı Karadeniz’in bu kesimlerinde hava hep yağmur sonrasındaki gibi nemli, yollarda aynı şekilde ıslak olurdu. Yol ormandan geçmesine rağmen etraf rahatsız edici şekilde sessizdi, sadece nefes alışımla ıslak asfaltta yankılanan yaş ayak seslerim duyuluyordu. Aiwa marka walkman’imin kulaklıklarını takıp play’e bastım ve sessizlikten kendimi soyutladım. İstanbul’dayken yaptığım bir karışık kaset dinliyordum, son günlerde sevdiğim parçalarla doluydu, doğum günüme uygun yalnızlığı anlatan, bana yalnızlığı hatırlatan şarkılar; atmışlık bir teybe kaydedilmiş on iki parça, her birinin yüzünde altı şarkı; altı grup ve şarkıcı. Kasetin üstüne “Holden’in gittiği Yol” diye yazmıştım, doğum günümde yayan kalıp kimsenin olmadığı ıslak bir yoldan şehre ineceğimi tahmin etmişim gibi.
Yalnız kalmayı lise yıllarımdan beri severdim, zaman zaman tek başıma dışarı çıkıp İstanbul sokaklarında kendi kendime takılırdım. Şimdi Batı Karadeniz’in sessiz bir orman yolunda şehir ışıklarına doğru yol alırken kalabalıklar içinde yalnız kalmanın aslında kendini kandırmaktan başka bir şey olmadığını anladım. Kalabalıklar içindeki yalnızlık bir “Holden Yalnızlığı”ydı, gerçek yalnızlıkla uzaktan yakından alakası yoktu. Gerçek yalnızlık acı vericiydi, akşamüzerinin soğuk sonbahar havasını içine çekerken ciğerlerinin yanması gibi, soğukta yürürken ağzınıza gelen kan tadı gibi. Kimse yalnız kalmamalıydı, arkadaşsız kalabilirdi ama yalnız kalmamalıydı. Kalabalık bir kafede tek başına pasta yanında kahve içebilecek boş bir masaya oturabilme ihtimali olduğu sürece arkadaşsız kalmak yalnız kalmak sayılmazdı.
Yolun aşağısında komşu köyün iki bakımsız ev ve kapalı bir okuldan oluşan mahallesi vardı. Kimsenin yaşamadığı, mirasçısının olmadığı, evler ve okulun kendi haline yıkılmaya bırakıldığı bir yerdi. Çalıştığım köy okulunun lojmanı yoktu, kullanılmayan sınıflardan birini ev olarak kullanıyordum. İlk geldiğimde bu terk edilmiş okulun lojmanına taşınmayı düşündüm ama yol gözümde gereksizce çok büyüdü, bu işin kışı vardı yazı vardı, yağmuru vardı karı vardı… Terk edilmiş evlerin önünde durmuş, buraya taşınmış olsam daha mı rahat ederdim diye düşünürken bir araba durdu. Normalde buralarda, bu saatlerde, o yöne giden araba bulamazdınız. “Yolunu kaybetmiş bir turist “ diye düşünmek isterdim ama en yakın turistik yer hiç de yakın değildi. Buralarda birilerini arabasına almak için duranlar sadece yabancılardı, köylüler için orman yolunda akşamüzeri yürüyen biri ya şöyle bir dolaşmaya çıkmıştır ya da arabaya alınmayacak kadar delidir.
Beni arabasına alan adam bir kitapçıydı. Köy köy gezip okullarda çalışan öğretmenlere taksitle kitap satmak karlı bir işti. Öncelikle öğretmenler ülkedeki en çok okuyan kitledir, ikinci olarak da tek başına çalışan köy öğretmenleri sosyalleşmeye aç insanlardı, özellikle de geleni gideni olmayan yerlerde çalışanlar.
Öğretmen olduğumu söylediğimde çok sevindi, öyle ki bir an kenara çekip bana kitap satacak sandım. Bu saatte yollarda ne aradığımı sordu. Yalan söylemek istedim, tanımadığım bir insana yalnız bir doğum günü geçirmek için şehre indiğimi söylemek istemedim. Ama ben Holden kadar iyi bir yalancı değildim. Çok iyi uydururdum, hikaye anlatmakta üstüme yoktu ama yalan söylemek konusunda hiç de iyi değilimdir. “Bugün doğum günüm,” diye açıklamaya başladım ve tek başıma bir dilim pasata ve belki biraz kahve ile doğum günümü kendi kendime kutlamaya gittiğimi söyledim.
Hiç kimse doğum gününü yalnız kutlamamalıydı, söylemese de öyle düşünüyordu. “Nice yıllara, hocam” diye kutladı vakti olsaydı benimle şehre inip o pastayı ısmarlama istediğini söyledi ama olanca hızla Zonguldak’a gitmeliydi. Sorun olmadığını söyledim, hem de hiç, “bugün için planlarımda birinin beni tebrik etmesi yoktu, teşekkür ederim sonuçta çok da yalnız geçen bir doğum günü olmuyor gibi.” Neşeli görünmeye çalıştım ama değildim, üzgün de değildim, ruh halim herhangi olağan bir Salı nasılsa öyleydi.
“Çok okur musunuz, hocam” diye sordu. Bilmem, kelimeleri saymadığımı söyledim ama okurdum, bir kitap bittiğinde başkasının kapağını açardım, o da bitince bir başkasının… elimin altında hep bir kitap olurdu ama çok okur muyum? Bilemiyordum. En sevdiğim kitabı sordu. “bilim kurgu severim,” hem izlemeyi hem okumayı ama en sevdiğim kitap “Çavdar Tarlasında Çocuklar” o kitabın samimiyetine bayılıyordum, “okuduktan sonra” gerçekten de “o yazar arkadaşım olsun isterdim.”
Beni bırakacağı yol ayrımına geldiğimizde arabadan benimle birlikte inip bagajını açtı. Bir süre kitapların arasında arandıktan sonra bir tanesini çıkartıp bana uzattı. ”Bir doğum günü hediyesi,” dedi. Kitaba baktım, Çavdar Tarlasında Çocuklar’dı. Teşekkür ettim, içtenlikle sonra yolarımızı ayırdık. O kavşaktan sağa döndü, Zonguldak’a doğru, bense sola geçtim, elimde sürpriz hediyemle metal bir tenteden ibaret otobüs durağının altında beklemeye başladım. Eskiden kendimi yalnız hissettiğimde Salinger okurdum, gelenek bozulmasın diye hayatımın en yalnız gününde beni bulması ne kadar da tuhaftı.
Deniz göründüğünde hava çoktan kararmıştı. Küçük bir sahil kasabasından hallice kentin sokakları da alışık olduğum üzere çoktan boşalmıştı. Bir sigara daha yakıp sahilin diğer tarafındaki Divan’a doğru yürüdüm. Acelem yoktu, köye dönen son araba zaten kalkmıştı, sonuçta şehirde çoktan mahsur kalmıştım.
Divan’ın vişneli pastalarını çok seviyordum, çocukluğumun kara orman pastalarını hatırlatıyorlardı. Bir dilim ondan ve yanında kahve siparişi verip üst kata çıktım, pencere kenarı bir masa bulmayı umuyordum. Kışları kentte güneş battıktan sonra açık olan bir iki tane mekan vardı bu nedenle kalabalıktı içerisi, yine de boş bir yer buldum. İnsanların sandalye arkalarında astıkları montlara sürtüne sürtüne ortalarda bir yerde tek sandalyeli bir masaya oturdum. Pencerenin kenarına oturmayı umuyordum ama bu daha iyiydi. Holden gibi kalabalıklar arasında yalnızdım sonunda.
Montumu çıkarıp diğerleri gibi sandalyenin arkasına asmıştım ki pastamla kahvem de gelmişti masaya. Bir parça pastadan, bir yudum da kahveden aldım, kitabımı açtım ve kendi kendime doğum günümü kutladım.