“Palmiyenin Altı”

Herkesin yazın gittiği yere biz kışın gitmeyi çok severdik. Antalya kışları da sıcaktı, yaz kadar olmasa da Edirne’ye göre çok daha sıcaktı. Kemer yolu üzerinde bir yerlerde arabadan inmiştik. Sibel arabanın penceresinden kıyıya vuran dalgaları görünce sahilde yürümek istemişti. Her yer boştu. İnsanın gözleri yazınki kalabalığı arıyordu. Bülent arabayı kapalı dükkanların birinin önüne park etti. Normal sezonda değil buraya arabayla girmek yaya bile dolaşmakta zorluk çekerdik. Sibel’le ikisi kıyı boyunda gezintiye çıktılar, bense palmiyelerden bir tanesinin altına oturup bir sigara yaktım.

Dalgalar kıyıya her vurdukça havaya bir metre sular fışkırıyordu. Sibel dizlerine kadar gelen lastik çizmeler giymişti. Onları ilk gördüğümde ‘buralarda onları giyecek kadar çok yağmur yağmaz’ demiştim. Şimdi dalgaların kıyıya püskürttüğü suların arasında ilkokul çocukları kadar şen şakrak yürüyordu. Onunla ilk tanıştığımda aşırı ciddiydi, çok konuşmaz, gülmez bir tipti. O zamandan bu zamana özgüveni bu kadar yüksek ve neşeli bir insana evrilmesini görmek çok güzeldi.

Sigaram bitmeden yanıma geldiler. Hava soğuktu, Sibel çok üşümüştü. Benden sigara istediler ama son sigaramı içiyordum. Sibel, Bülent’ten sigara almasını istedi. Etrafta açık dükkân yoktu. Tekrar arabaya bindiğimizde bir benzinciye uğrarız dedim ama Bülent yine de bir koşu etrafta bakmak istedi. O Sibel’i mutlu etme şansını ertelemezdi.

Sibel yanıma palmiyenin altına oturdu. Elimi tutarak içtiğim sigaradan bir fırt aldı. Yalnız kalmak çok hoş, dedi. Deniz dalgalıydı ve dalgalar arada bir kıyıya çarpıp havaya sular fışkırtıyordu. Sibel’in eli soğuktu. Üzerinde Bülent’in deri montu vardı. Büyük gelmişti. Fermuarı çektiğinde komik göründüğünden önünü kapatmamıştı. Göbeğini açık bırakan koyu yeşil yün örme bir kazak giymişti. Onun altına da siyah bir tayt. Ayağındaysa dizlerine kadar gelen o siyah lastik çizmeler. Ayrılmaya karar verdim, dedi. Bülent’i hala seviyordu ya da sevdiğini sanıyordu. Emin değildi. Kesin olarak hissettiği tek duygu ilişkinin alışkanlık haline geldiğiydi. Eğer bir ilişki alışkanlık haline gelmişse ya ayrılmalıydınız ya da evlenmeli. Sibel evlenmek istemiyordu. Hiçbir zaman değil. Bir gün mutlaka evlenecekti ama şimdi değil, Bülent’le değil. Aklında koca olarak düşündü kesin bir tip yoktu. Tabii o da her kadın gibi küçükken bir prens hayali kurmuştu. Ne var ki bu dünyada hayalindeki prens gibi erkekler yaşamıyordu.

Dalgalar kıyıya vurmaya devam ediyor, sular havaya uçmayı sürdürüyordu. Rüzgâr hızını arttırınca Sibel önü açık montunu kollarıyla sararak bana sokuldu. Bana sarılır mısın? diye sordu. Üşüyordu. Çenesi titremeye, dişleri birbirine vurmaya başladı. En doğrusu arabaya binmekti ama anahtarlar Bülent’teydi. Sibel’e sarıldım.

Rüzgâr kesildi, dalgalar dindi, Sibel’in çenesinin titremesi ve dişlerinin birbirine vurması durdu. Montunu saran kollarını açarak belime doladı. Ayrılmak en doğrusu, dedi. Daha sıkı sarıldı. Sibel’in özledikleri vardı. Bülent’te bulamadıklarını özlüyordu. Asla sahip olamadıklarını özlüyordu. Arzularını özlüyordu. Hayallerini özlüyordu. Ondan ayrılmalı mıyım? Buna ben karar veremezdim. Kimse karar veremezdi. Senin kararın, diye cevap verdim. Yanlış karar verirsem? Karar vermişti zaten. Mesela uygulama cesaretinin olup olmadığıydı.

Burasının böyle tenha olmasını huzurlu buluyordu. Burada benimle yalnız olmayı da. Ben de yalnız olmayı severdim. Kalabalığı da öyle. Ben kalabalıklar arasında yalnız olmayı severdim.


Yorum bırakın